15 Mart 2023

Kilo Problemi?

Midemin acıkmasına izin vermeden bir şeyler yemekle geçiyor günlerim. Halbuki arada bir o midenin kazınması lazım ki vücut yemek dışında da fazla yağları yakabilsin. Yok ama bir süredir fark etmeye başladım, ha bire yiyorum. Asla aç bırakmıyorum kendimi ve bu iyi değil. Zaten aynadan bakınca da farkediyorum bir şeylerin normal gitmediğini. 

Geçen hafta sabah tam hazırlandım işe gidicem. Evden çıktım. Ayakkabımın fermuarını çekmek için eğildim ve pantolonumun fermuarlı patlayıverdi. Kendimi bir sitcomun içinde gibi hissettim. İlk defa böyle bir şey yaşıyorum. Hislerim birbirine karıştı. Üzüldüm, komiğime gitti, acıdım kendime, korktum ya önünü alamazsam diye. Tekrar içeri girip değiştirecek zamanım da yoktu. Neyse ki üstüm çok kısa değildi orayı kapatabiliyordu. Ders olsun hem dedim, öyle gittim işe. En sevdiğim pantolonumdu.

Ben bi ara günde 8 dakika dansı hayatıma entegre etmeye çalışıyordum. Sonra unuttum gitti tabi. O geldi aklıma haftasonu. Cumartesi günü kolum, bacağım, sırtım, belim her yerim en az bir kere hareket etmiş olacak şekilde değişik figürlerle dans ettim. 8 dakikayı dolduramadım 5 dakikada bitirdim. Ertesi gün sırtım, belim ağrıyordu.

Buna bir dur demem gerekiyor. Boğazımı tutmam ve biraz daha hareket etmem gerekiyor. Son bir aydır her gören kilo almışsın diyor. Bunu artık duymak istemiyorum. Başta umursamıyordum ama her söyleyen sanki bir tek kendisi fark etmiş ve söylüyormuş gibi söylüyor o yüzden de kimse es geçmiyor maşallah. Aldıysam aldım size ne diycem diyemiyorum. Hmm evet diyip geçiyorum. Belki de kilo almak istemişimdir olamaz mı? Gerçekten psikolojik şiddetmiş yani. Biraz fazla kilosu olanlarla öyle bir empati kurdum ki, meğer ne kadar yaralayıcı olabiliyormuş o öylesine söylüyormuş gibi söylenen “kilo almışsın” yorumları, hele ki üst üste söylenince.

Genelde sabahları kahve içerim, yanına bir şey yemem. Ama bayadır yanında simit, poğaça, sandviç artık ne gelirse yiyordum. Özellikle bu deprem faciasından sonra bu kadar boşladım kendimi ve ha bire yemeye başladım. Üzüldüğüm zaman iştahım kesilir genelde, ilk defa bilinçsizce yemeye dönüştü. 

Bu sabah kahvemi sade içtim. Ama süt kattım biraz. Filtre içiyorum bu arada. Ama öğle yemeğine kadar hiçbir şey atıştırmadım. Öğlen de sadece çorba ve salata aldım. Öğleden sonra bir doğumgünü vardı, biraz tatlı yedim. Akşam çok abartmadım. Sadece bi tabak yemek. Şimdi de Türk kahvesi içiyorum ama yanında çikolata var. Yine de önceki günlere göre iyiyim bence. Böyle böyle normale döneceğim tekrar inşallah. 

Zaten haftaya perşembe ramazan başlıyor. Ramazandan sonra da kahvaltıyla öğle yemeğini hafif geçirmeyle devam edersem olur gibi. 

Biraz açlık hissetmeden olmuyor onu anladım ben. O mide kazınacak biraz. Acıkmadan yememek lazım. “Acıkmak üzereyim hemen bir şeyler yiyeyim” yok. Sonra önüme ne gelirse cipstir, gofrettir, sağlıksız sağlıksız besleniyorum sanki yemezsem açlıktan ölürmüşüm gibi. Ne ara bu bilince girdiysem… Aaaa, galiba depremde göçük altında kendi kaderlerine bırakılıp ölenleri çok düşündüğümden böyle olmuş olabilir… Bir çoğu açlıktan, susuzluktan öldü çünkü… Şu anda fark ediyorum bunu. 

03 Eylül 2022

Şarkılar

Yetinmeyi bilir misin sana verdiği kadarıyla hayatın? 

Hoş, bilsen de bilmesen de yara bere içinde o yollardan geçeceksin.

Kazanmayı isterdim kaybetmeyi değil ama, olmadı...

Kendini kayırıyor her insan önce


Yürüyorum hasretin, acının üstüne

Sığmıyorum dünyaya dar geliyor

Geceler mi uzadı? Bu karanlık ne?

Gönlümün bayramları, şenliği söndü

17 Ağustos 2022

Dip burası mı?

Bazen, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olamayacakmış gibi geliyor. Çok şey kırıldı içimde, bakış açım değişti sanki. Eski çocuksuluğum yavaş yavaş siliniyor. Üstüne, bu çocuksuluğa sahip olanlara hayretle bakıyorum artık, yabancı geliyor, bu enerjiyi bu hevesi nereden buluyorlar diyorum...

İyileşir miyim, geçer mi bilmiyorum. Neye ihtiyacım var onu da bilmiyorum. Hayata tutunmamı kolaylaştıracak bir şeyler arıyorum sürekli. Sanırım çok yoruldum. 



Seni hayata güldüren nedir? Seni hayata küstüren nedir?

Derin dalgaların arasında, kendini bıraktığın an kaybolup gideceğini bildiğin hale umutsuz çırpınışlarının sonu gelmiyorsa, hala vazgeçmemişsin demektir hayattan. Yanına yaklaşan bir tahta parçası heyecanla gözlerini parlatıyorsa, beklentilerini canlı tutmaya hala bir fırsatın olduğu içindir. 

Babayla sorunu olanlar genelde daha çok ağlarlarmış babalarının ardından, çünkü bir düzelme umudu taşırlar içlerinde, ellerinde olmadan. Bir şeyler düzelecek, o da sevecek, anlayacak... 

Hayatla ne kadar düşman da olsak, bir şeyler düzelsin istiyoruz, bekliyoruz. İsyan edebiliriz, vaz geçebiliriz, blöf yapabiliriz ama yine de istiyoruz. Bir şeyler yolunda gitsin, mutlu edecek şeyler olsun, hayat göz yaşlarımızı silsin diye bekliyoruz. 

Bazen hayat mendil uzatıyor gözümüzdeki yaşları silelim diye, ama o kadar küsmüş oluyoruz ki ille de o silsin diye mendili bile almıyoruz.

Gülmek ya da küsmek, bir tercih midir? Biz mi seçeriz? İnadına küsmeyip, gülmek midir hayatın şifresi... Küsmek nedir? Çocukluk? Mağrur bir duruştan bir durak öncesi? Peki ya gülmek? Delilik?

14 Ağustos 2022

Önce kendini şifalandır

Amcam vefat ettiğinde bakkaldaki abla nedenini sormuş sonra da "iyi olanlar hep erken gider zaten" demişti. Hala aklımda. İyi olmak kötü bir şey mi o zaman diye düşünmüştüm içimden.

Kendimi bildim bileli konuşkan bir çocuk/yetişkin olamadım. Sorularım hep içimde kaldı. Soramadım. Saçma gelir, dalga geçerler, ya da açıklarlar ama ben anlamam gerizekalı derler vs vs bir sürü korkum vardı. Derslerde dersi hep pür dikkat dinlerdim ki soru sormak zorunda kalmayayım diye. Ona rağmen çok detaylı bir soru takılırdı aklıma mesela soramazdım, ama başka biri benim yerime sorduğunda hoca bu sorusu için onu tebrik ederdi.

Kendimi savunmayla alakalı sorunum olabilir. Hatta kendimi var etmeyle alakalı da, kendimi hayatta kabul etmemle alakalı da sorunlarım var gibi. Kendimi yokmuşum gibi hissediyorum. Ne yaparsam yapayım anlaşılmazmışım gibi, ciddiye alınmazmışım, duyulmaz, görülmezmişim gibi...

"Dünya hassas kalpler için cehennemdir". Bu söz dillere pelesenk olduğu için mi hayat böyle, yoksa hayat böyle olduğu için mi çıktı bu sözler? "Para elinin kiri", "çok laf yalansız çok mal haramsız olmaz"... Bir de sabırlı, düzgün olmayı saflık, enayilik olarak görüp karşı tarafı bu etikete iyice empoze etmeye çalışan manipülatifler var. Ben ne kadar ezik biriymişim ya derken bulabiliyorsunuz kendinizi. Ha bir de sizin sakin, huzurlu hayatınızı kıskandığı için hassas noktalarınızdan vurup sizin de şikayet eden, huzursuz, öfkeli birine dönüşmenizi isteyenler var. Şeytanlar her yerde, hep içimizde aslında. En yakınımızda, iyi niyetli sandıklarımızda... En çok da acıdıklarımızda. Ya da o kelimeyi kullanmayalım, acımak ne haddimize, yardımcı olmaya çalıştıklarımızda diyelim. Gelip şikayetini anlatır, dinlersin yardımcı olmaya çalışırsın sonra işi düzeldiğinde de ilk seni unutur. Sana acımaya başlar.

Olgunlaşmamış çok insan var. Hele ki şu siyasi ortamlarda var ya olgun adam bulsan öp başına koy yani. Devlet daireleri psikolojisi bozuklarla dolu. Ben de bir devlet dairesinde çalışıyorum, memur ya da sözleşmeli değilim, işçiyim. Arkası olanlar kafasına göre hareket etmelerine rağmen yere göğe sığdırılamazken ben adam yerine bile konmuyorum çoğu zaman. Ağzımı açıp isteğimi sunamıyorum hemen tehditvari söylemlerle susturuluyorum. Gitmemizi istiyorlar herhalde.

Geçen zam yapıldı maaşlarımıza, pozum o kadar düşük ki, herkesin maaşı uçtu gitti benimki... 

Bu klişeleşmiş sözlere çok mu inandım ve bilinçaltıma attım da zamanında ondan mı şimdi hakkımı savunmakta zorlanıyorum, istemekten korkuyorum acaba... Gerçi hakkımı aradığım zamanlar da oldu. Benim hakkım onların umurunda değil ki. Baktım ki ben üzüldüğümle kalıyorum bıraktım ben de kendi ruh sağlığımı korumak adına...

Neyse, Allah'a havale ediyorum. 

Sadece iş, maaş değil problemim aslında asıl problem insanlar. Beceriksiz bir müdür, meydanı boş bulunca birbiri üzerinden güç gösteren çalışanlar.

Bir de gönül işleri var tabi, o da bambaşka bir boka sardı. Bir insanın kalbiyle, duygularıyla oynamak bu kadar kolay olmamalı. İnsan biraz Allah'tan korkmalı. Ama çok fazla da eleştiremiyorum biliyor musun? İnsan öğrenmediği, almadığı, bilmediği şeyi vermekte zorlanıyor. Hayattan tecrübe ile edinmesi, özümsemesi ve aktarabilmesi için ciddi bir tekamül süreci gerekiyor ama bunun için de cesaret ve istek, istikrar lazım. Kaçmak kolay olanı, karşı tarafı harcayarak kendini kurtarmak en kolayı.

Benim de çok hatam oldu zamanında. Ne istediğimi bilemediğim, vazgeçtiğim, gitmek istediğim zamanlarda ben de kalp kırdım kabul ediyorum. Hatta geriye dönüp mesaj atıp helallik istediğim de oldu ama ulaşamadım. Bazen aklıma geliyor ne yapabilirim diye düşünüyorum, onun için dua ediyorum mesela ya da karşımdaymış gibi düşünüp özür diliyorum. Tekrar istemek değil bu, hayatına dahil olmak demek değil, o zaman da istemiyordum hala istemiyorum aslında ama o zaman şans verip denemek istedim. Aslında tüm suç bende de değildi, karşı taraf çok hırs yapıp beni beyaz yalanlarla bir yola sokmaya çalışınca ben de kaçmak istedim. Yarı yolda bırakmış gibi oldum ama aslında artık son damlaydı. Yine de daha usulüne uygun olabilirdi. Beceriksizlik işte. Çocukluk, acemilik. 

Benim genel olarak her şeyde kendimi suçlama dürtüm başrolde hazır bekler her zaman. Gittiğim terapilerde bile "karşıda çatıdan yavru kuş düşüp ölse onda bile kendini suçlayacaksın ben baktım diye düştü diyeceksin neredeyse" diyor doktor. Belki de kendimi suçlu çıkarmak için bazı durumlarda bile bile yanlış hareket ediyorumdur. Ben suçluyum, benim yüzümden, ben yaptım demek için. Bu bana ne kazandıracak? Hiçbir şey. Daha da dibe çekiyor aksine. Peki ben neden kendimi dibe çekmek istiyorum ki bu kadar? Neden kendimi suçlu hissettirmek, üzmek, her şeyin sorumluluğu bendeymiş gibi davranmak neden kendi kendimi günah keçisi olarak ortaya atmak istiyorum? Neden günah keçisi olmak zorunda hissediyorum? Neden kurban psikolojisine giriyorum? Kimse anlamıyor, görmüyor derken aslında gerçekten kendimi yeterince ifade etmeye çalışıyor muyum? Yoksa bir iki kelimeyle bir kaç cümlelik paragrafı anlayıp çözsünler diye bekleyip anlaşılmadığımı kendime ispat etmeye mi çalışıyorum? "İnsanın en büyük düşmanı kendisidir". Düşmanı dışarıda arama, asıl düşman içindedir. Seni en iyi sen bilirsin, sen tanırsın, zaaflarını, en hassas noktalarını sen bilirsin. Nerden vuracağını iyi bilirsin kendini. Hayatı da sen seçersin bu minvalde. Sana kendini kötü hissettirecekleri seçersin aslında kendi ellerinle. Bir bakış, bir iyi davranış, ya da karşıdan gelen bir harekete karşılık verme olarak bile başlayabilir bu. Bir bakarsın adam/kadın hayatına etki etme başlamış. Ama aynı hareketler başka birinden geldiğinde aynı etkide hareket etmedin mesela hatta bir çoğunu fark etmedin bile. Çünkü onlar sıkıcı geldi sana, bu daha heyecan vericiydi. Bunda mücadele vardı, acı vardı. Tabi bu vesileyle gelişiminin ilerlemesi de vardı ama bu yol zor bu yol her zaman aşılamayabiliyor. Hayat her zaman böyle engebeli olmak zorunda değil.

Terapistime benzer şekilde beni yıpratan ilişkilerimi anlattığımda "bu adamları sen çekiyorsun kendine, mıknatıs gibi çekiyorsun" demişti de anlam verememiştim. Sonrasında çok düşündüm. Hatta sonraki seanslarda biraz daha açmasını istemeyecektim unuttum, vazgeçtim, terapiyi bıraktım, kendim çözmek istedim. Hala bu söz üzerine düşünüyorum. Ben neden hem beceriksiz, yetersiz hem de gaddar olduğunu düşündüğüm birini hayatıma mıknatıs gibi çekeyim ki, kaldı ki bu adamlar allem edip kallem edip beni kendilerine bağlamak için takla atan tiplerdi ben mi onlara bu cesareti verdim yani? Benden ışık gördükleri için mi dört nala üzerime sürdüler atları? Sonra da "beni bu kadar deli divane severken, onları sevmem için her yolu denerlerken ben onlara karşılık vermeye karar verdiğimde neden beni değersizleştirmeye, düşmanmışım gibi davranmaya başlıyorlar" diyorum. Neden olduğunu şimdi söyleyebilirim. Çünkü hayata bakış olsun, cesaret, özgüven, başarı olsun benimle aynı kulvarda olmadıklarını biliyorlar ama benden bir ışık gördükleri an, bu ışık da mesela bir soru sorduklarında kibarca cevap vermem gibi olabiliyor, hemen buna yoğunlaşıp genişletmeye çalışıyorlar ve gerçekten zaman mekan farketmeden rezil olduklarını hesaba katmadan benden daha fazla ışık almak için ateş böceği gibi etrafımda uçuyorlar. Benim de hoşuma gidiyor tabi bu ilgi, hem onu hayatımda istemiyorum uygun olmadığımızı ve birlikte olmamızın yanlış olacağını biliyorum hem de bu ilgiyi kaybetmek istemiyorum. O yüzden ışığı tam olarak kapatmaya elim gitmiyor bir türlü. Ve genelde "beni bu kadar çok seven biri asla üzmez, bence kabul etmeliyim" moduna giriyorum ve yönümü tamamen ona çeviriyorum. Bu durumla ne yapacağını bilemiyor karşıdaki kişi. Evet istediği buydu, kız beni sevsin görsündü ama sonrasını düşünmüyordu. 

Bunlar genelde ailesinin sözünden çıkmayan, ben bunu istiyorum diyemeyen erkekler oluyor. Ne verilirse ona razı. Kederinden ölse bile hayır ben bunu istiyorum diyemeyen. Boyun eğenler. Kendisine değer vermiyor, düşünmeden hareket ediyor. Ötesine berisine bakmıyor o an canı nasıl istiyorsa öyle. Acıya müptela belki de, acı çekmek ve çektirmek, arabesk hayat sevdalısı. Elde edince afallayıp "ee ben şimdi napıcam bunla" diye bakakalanlar. O yüzden aile sözünden çıkmıyorlar ya zaten, kendi fikirleri, kararları yok çünkü.

Dün youtube'dan Tuna Tüner'in biriyle yaptığı videoya denk geldim kadının ismini hatırlamıyorum. Röportaj şeklinde bir konuşma. Diyor ki, hatırladığım haliyle, Türkiye'de herkes görücü usulü evlenmiş, küçük yaşta evlenmiş ve boşanmak yasak. Tüm olumsuzluklar bir arada, daha ne olsun nasıl sağlıklı nesiller yetişsin gibisinden anlatıyor. Travmasız insan zaten yok da, travmalarda rekora koşuyoruz sanki. Terapilere gitmek, arayışa girmek, çözüm aramak daha yeni yeni kabul görmeye başlayan şeyler. Bence bizim neslimizin evlenip çocuklarını yönlendirmeleriyle de alakalı bu. 75-85 nesli gibi mesela. Bu anne babalar bu konulara meyilli olunca çocuk da merak edip araştırma ihtiyacı hissediyor. Ya da bu anne babalar artık bir şeylere dur demek istedikleri için bu enerji çocuklara da geçiyor. 

Aile dizimi mesela, ilk defa bunun bu kadar konuşulduğunu görüyorum. Bir şeyleri düzeltmek istiyoruz artık ve ülkenin, toplumun değişmesinin her birimizin kendinde çalışarak kendi kökünü, özünü şifalandırarak mümkün olabileceğini fark ediyoruz. Önce kendini iyileştireceksin ki çevren de iyileşsin. Portakal içten çürümeye başladıysa kabuğunu istediğin kadar sil, parlat o portakal yenmez. Bu çok büyük ve umut veren bir farkındalık. Kendine dönme, özünü görme, içindeki kiri tozu atma, temizlenme. Şimdi çoğu aile buna odaklanmaya başladı ve inanıyorum bir kaç seneye bunun meyvelerini göreceğiz, asıl ülkenin gelişmesine bu katkı sağlayacak.

Ama bunlar kolay şeyler değil tabi. Kafa yapıları değişip şekilleniyor, direnç oluşuyor, kabul etmekte zorlandığımız şeyler çıkıyor ortaya vs.

Baya uzun yazdım yine. Bir şeye takılıp yazmaya geliyorum, hiç aklımda olmayan şeylerden bahsederken buluyorum kendimi. Bilinçdışım klavyeyi ele geçiriyor sanki. Boşaltılması gereken kelimeleri sağıyor zihnimden. Yine yazdım, yine yenilendim. Okuduysanız teşekkür ederim. 

07 Ağustos 2022

Teşekkürler Momentos

Buraya uğrayamadığım süreçte sevgili Momentos Haftalık radyo yayınının 13.programında benim bloguma da yer vermiş sağ olsun. Yayında ilk yazımı seslendirmiş. O kadar güzel okumuş ki, ben mi yazdım bunu dedim, çok beğendim, gururlandım. Çok teşekkür ederim programında bana da yer verdiğin için. Fikir de çok hoşuma gitti, sesli blog :)

Bahsettiği spotify yayını şu linkte: https://open.spotify.com/episode/3OdSqz27Py5SXCwuDBVGM7

5:15'te ben varım :)

Momentos'un blogunu ziyaret etmek için ise: https://sezerozsen.blogspot.com/

22 Temmuz 2022

Nekahat dönemi


Kendimi nekahat dönemindeymiş gibi hissediyorum. Uzun süren bir ameliyattan çıkmış gibiyim. Yaralarım iyileşiyor ama zaman alıyor. En çok da sabrı öğreniyorum. 

Az önce burnuma bir koku geldi, çocukluğumdaki oyuncak bebeğimin kokusu gibiydi. Onu özlediğimi fark ettim. Bu zamana kadar pek de bir şey ifade etmeyen çocukluğumdan bir parçaya şimdi sıkı sıkı sarılmak istiyorum. Sanki daha çabuk iyileşebilirmişim gibi eğer ona sarılırsam. 

Küçük ben, onca yolu geçmeden önce nasıldı?