22 Eylül 2020

The Social Dilemma / Sosyal İkilem

Taze bitirip geldiğim bir belgesel, Sosyal İkilem. 

Açıkçası biraz dünyaya dönmüş gibi hissediyorum.

Bir çoğumuz gibi ben de, özellikle pandemi süresince, telefona bağımlı hale gelenlerdenim. 

İşe gitmeye devam eden arkadaşlarım "sen şimdi bir sürü kitap bitirmişsin" diyorlar ama işin özü 4 kitap anca bitirebildim. Bir o kadar da yarım bıraktığım var. 

5 ayda 4 kitap... Eve kapanmadan önceki bir ayda 4 kitap okumuştum oysa. 

Son zamanlarda kitaplardan iyice koptuğumu hissetmeye başladım, artık telefon, netflix daha çekici geliyor özellikle bu bir kaç haftadır...

Bir yandan da içim huzursuz, bir şeyler izleyeyim diye açıyorum ekranı ama vicdan azabı çekiyorum bir yandan. Ağır şeyler izlemek istemiyorum hafif şeyler de vakit kaybı geliyor... Kitap okusam diyorum, kütüphanenin başına geçiyorum, Kitaplarımın %80'i, belki de 90'ı hep bilimsel, felsefi, psikolojik araştırma kitapları. Onları okumayı kaldıracak kadar güçlü hissetmiyorum, geçiyorum, ama roman okumak da iyi gelmeyecek gibi geliyor. Başka hayatlara girmek, kitabın dünyasına karışmaya cesaret bulamıyorum. 

Neyse çok uzattım. 

Bu belgeseli izleyince beni kitaplardan uzaklaştıran önemli etkenlerden birinin bu telefon uygulamaları olduğunu fark ettim. 

Siz de kendinizi bağımlı gibi hissediyorsanız mutlaka izleyin. Çocuklarınız böyleyse izletin. Hatta ara ara ipin ucunu kaçırdıkça açılıp izlenilesi, hatırlatıcı güzel bir belgesel.

İzleyelim ve hayata dönelim...

Şimdi biraz telefonumdaki uygulamaları temizlemeye gidiyorum.

20 Eylül 2020

Kapalı bir hava, sakin bir pazar günü

Bugün biraz normal hayata karıştım.

Sabah kardeşimin sınavı vardı. Ben de onunla gittim. Sınavdan sonra önce avm'ye gittik. Hava baya soğuk ve kapalıydı çünkü. Sıcak ve büyük bir yere girmek istedik. 

Pandemi başladığından beri İstanbul'da ilk defa bir avm'ye gittim. Lavabo-WC'lerin girişine içeride 4 kişiden fazla olmamalıdır diye uyarı levhası asılmış. Ayrıca tuvalet kabinlerini de bir kapalı bir açık yapmışlar. Yani yan yana olan iki kabin birden kullanılamıyor. Birisinin kapısında pandemiden dolayı kullanım dışıdır yazıyor.

Avm'nin içindeyken de ara ara anons yapılıyordu "3 saatten fazla kalmamanızı rica ederiz" gibi bir şeyler... Önceden ne kadar müşteri o kadar iyiydi, şimdi ise direkt kapı gösteriliyor.

Neyse biz bir şeyler yiyip çıktık zaten. Kadıköy rıhtıma indik sonra. Yürüdük baya. Starbucks'a girdik, peşimizden bir sürü kişi daha girdi o yüzden ateş ölçen görevli kapıda durup bir süre girişi engelledi. Dışarıda da bir kuyruk oluştu.

Kahvelerimizi, tatlımızı alıp yukarı balkona çıktık. Son geldiğimde sadece masalar vardı diye hatırlıyorum, bu sefer duvar diplerine vapur dışındaki yerler gibi uzun tahta oturmalık kısımlar yapılmış. Balkon dediğim ince koridor şeklindeki açık alanda da hemen duvar dibine uzun tahtadan oturmalık yer yapılmış ve tek kişi oturacak kadar kısmı bırakıp tahtanın üzerine yuvarlak mini masalar koymuşlar. İki insan yanyana oturamıyor yani. Bir boşluk bir masa şeklinde uzanıyor duvar boyunca ama masa da o oturma kısmına monteli. Keşke fotosunu çekseymişim anlatmak zormuş, ama anlamışsınızdır :)

Orası bize o kadar iyi geldi ki. Serin havayı içimize çekip, sohbet edip, sıcak kahvelerimizi yudumladık. Aşağıdan geçen marjinal kişiler hakkında yorum da yapmadan edemedik :) "aaa kızın saçının rengine bak pespembe", "adamın elindeki yeşil şey neydi", "anketörler artık tabletle yapıyor anketi" vs :)) Karşıdan karşıya geçen kalabalıklar, iskeleden kalkan vapur, arada bir esen rüzgar... 

Sonra kalktık eve geldik. Ve ben az önce yine Anne'i açtım :)

Bu diziye fena taktım sanırım. Başka bir şey izlemek için açıyorum, geziyorum, bakıyorum, yok. Ondan daha fazla ilgimi çeken bir şey bulamıyorum. Bana kendimi en iyi hissettirecek şeyin o olduğu besbelli. Yine onu açıyorum. Sanırım beni en çok etkileyen şey Anne'in güçlülüğü. Yaşadığı onca şeye rağmen güçlü duruşu, yıkılmayışı, içine kapanmayışı. Kim ne düşünür diye düşünmüyor, doğru olduğunu biliyorsa yapıyor. Elindekinin kıymetini biliyor. Hata yapınca düzeltmek için çabalıyor. Fırsat çıktıysa değerlendiriyor. Galiba Anne'den öğrenecek çok şeyim var.

19 Eylül 2020

Hepsi geçecek

Bu hafta çok sıkıntılı geçiyor benim için. Bir şey olduğundan değil ama içim çok daralıyor. Çok düşünüyorum, çok soru birikiyor zihnimde ve kaçamıyorum da.

Mutfağı badana yaptım. Kendim, tek başıma, iki kat boyadım. Güzel oldu. Sonra perde diktim, elimle. Mutfağın küçük camına. Makinem var ama elimle yapmak istedim. Ellerim, parmaklarım bir şeyler işlemek zorunda gibi hissediyorum. Elimdeki fazla enerji yükünü atmak ister gibi...

Dün işte uzuuun bir yazı yazdım içimi döktüm, zihnimdeki soruları biraz somutlaştırmak yani yazıya dökmek istedim. Ama çok rahatlatmadı, dışarı attım kendimi biraz yürüdüm. O da çok fark yaratmadı. "Anne with an E"yi tekrar başlattım, ama bu sefer altyazısız. Sahneleri hiçbir engelleyici olmadan, içimde yaşayarak izlemek istedim. O iyi geldi biraz, ruhum dinlendi.

Bugün yine sanki bir şeyler oluyormuş da olamıyormuş hissi, bi olaylar oluyor ama algılayamıyorum hissi ile aslında sus pus görünürken içimdeki o yüksek gürültü canımı sıktı. Anneme yardım ettim hazırladığı kışlıklar için. "Bu aralar neden var olduğumuzu çok düşünüyorum, hep bunu soruyorum kendime" dedim. "Merak etme geçecek bu dönem de, normal hayatımıza döneceğiz" dedi. Bunun düşüncesi bile rahatlattı.

Akşamüzeri yine dışarı çıktım. Bugün hava biraz serinlemiş. Kalabalık olmayan yerlerde maskemi açtım, serin havayı içime çektim. Oh çok iyi geldi, biraz canlandım. Sonra maskeyi geri taktım ve hiç dışarı çıkmamış gibi oldum yeniden...

Bazen nefes darlığı yaşıyormuşum gibi geliyor, sonra fark ediyorum ki nefes almıyormuşum. Bilmeden çok nefesimi tutuyorum bu aralar. Derin nefes alıp veriyorum bir süre, nefes almadığımı fark edince.

Çok karışık oldu ama bendeki durumları buraya yazmak istedim. 

Dünkü yazıdaki gibi varoluş sancılarımı da defter tutup oraya yazmaya karar verdim. Kimsenin zihnini de durduk yere bulandırmaya gerek yok şimdi. Aklı karışık biri denk gelir, okur, hayatı iyice karışır falan. Bir şekilde bu hayatın içindeyiz ve yaşamamız gerek, durum bundan ibaret. Huzur, dinginlik istiyorsak o yüce güce yöneliriz, ibadet ederiz, sakinleşiriz ve yaşamaya devam ederiz...

Ama aradan kaçar da yine burada varoluş sancısı çekiyor olursam da şaşırmayın, olabilir.

18 Eylül 2020

Varoluşsal sancılar


Baya bir süredir zihnimi kurcalıyor, bulduğum cevaplar tatmin etmiyor. Düşündükçe çoğalıyor sanki... Neden varız? Bu evren, dünya, yaşam, insanlar ve tüm her şey neden var?

Hayattaki amacımız ne? 

Yarası olmayan tek bir insan yok... Bazen bizden daha derin yarası olan insanlar görüp “benimki de dert mi... üzüldüğüm şeye bak. Bu adam/kadın buna rağmen ayakta kalabiliyorsa benim hayli hayli kalmam gerekir” diyoruz, kendimizden daha zor durumda olanları görüp halimize şükrediyoruz. Bazen de bizden daha iyi durumda olan insanları görüyoruz, bize de nasip olsun diye dua ediyoruz ya da “onda olup bende olmamasının nedeni ne? Ben nerede hata yaptım” diyebiliyoruz. Ya da sadece o kişi adına mutlu oluyoruz  

Peki hayat bu mu? Kendinden kötüyü görüp haline şükret, kendinden iyiyi görüp onun için mutlu ol ve kendine hedefler koy. Ne için? Sayılı günlerimizin olduğu bu hayatta meşgale bulup zamanı doldurmak için mi?

Bu kadar kötülüğün içinde, bu kürede hapsolmuş halde yaşıyoruz. Neden bu kadar duygu var? Üzülüyoruz, korkuyoruz, endişeleniyoruz, acı çekiyoruz. Mutlu da oluyoruz ama sonra mutsuz da oluyoruz. Bu kadar fazla duyguya neden gerek var? Başkalarının acısını içimizde hissedip kendi acımızmış gibi kıvranabilecek kadar hassasız. Neden?

Aşk? Allah kainatı peygamber efendimizin aşkına yaratmış deniyor. Her şeyi aşk üzerine yaratmış. O zaman en güçlü duygu aşk. O zaman aslında soruların anahtarı da aşkta. Peki hayatında hiç aşkı tadamadan göçüp gidenler? Aşk acısı çekenler, kavuşamayınca başkasıyla hayatını paylaşanlar? Birine aşık olup, karşılık bulup o kişiyle hayatını birleştiren kaç kişi var ki? Sadece karşı cins olarak düşünmeyelim. Çok güçlü bir sevgi duygusu diyelim. Yani arkadaş, anne, baba, kardeş, evlat kim olursa olsun içinde ona karşı büyük bir sevgi hissettiğin kişi. Hayatında böyle bir kişi olmaya da bilir. Sevmeyi beceremiyor olabiliriz, sevilmeyi haketmediğimize inanmış olabiliriz. Hayatın bir yerinde, sevgiyle alakalı büyük bir yara almış ve bu duyguyu artık yitirmiş olabiliriz. Tüm ömür sevgisiz geçebilir. Yok mu sanki böyle hayatlar?

Bu kadar eşitsizlik çok fazla geliyor bana. Acıyla yoğrulmuş, sevgiyi hiç görmemiş hayatların olması... daha da sorgulatıyor varoluşumuzdaki amacı. 

Belki de şöyledir diye düşünüyorum bazen: Allah Hz.Adem’i çamurdan yarattı. Çamur, topraktan olur. Toprak da Dünya’da. O zaman dünyanın toprağından yarattı diyelim mesela. Sonra onu cennete koydu, ama cennete uymayacak hareketler gördü Adem’de ve hamurundaki cennete uyum sağlamayan şeylerin dünyada kalması için onu dünyaya gönderdi. Ona iyi gelmeyen ve hamurunda olmaması gereken ne varsa onu bırakması gerektiğini fark etmesi için sürekli imtihana tabi tuttu. Ta ki acılar içini temizleyip lekesiz bir hamur olana kadar. Ve bu nesillerce böyle devam etti. İsteseydi kendisi yok edemez miydi? Ederdi. Neden buna gerek duydu?

Neden bu kadar galaksi var? Yaşam olan tek gezegenin Dünya olma ihtimalinin düşüncesi bile çok komik gelmiyor mu? Milyonlarca başka güneşler başka galaksiler, gezegenler var. Ve içlerinden sadece 1 tanesi mi yaşanabilecek halde. Ya da sadece insanların yaşayabileceği halde... Sadece Dünya mı imtihana tutulan insanların olduğu bir gezegen. Diğer gezegenlerde neler oluyor? Ya sadece yeryüzündeki bakteriler isek? O zaman neden duygularımız var? Neden seviyoruz, küsüyoruz, istiyoruz, dua ediyoruz, isyan ediyoruz, empati kuruyoruz... neden bu kadar çok duygu var? İrademiz var. Diğer gezegenleri merak ediyoruz, araştırıyoruz, bilimde ilerliyoruz. Nereye kadar ilerleyeceğiz? Ne kadarına izin var? Tüm galaksiyi çözebilecek mi insanoğlu? O vakit geldiğinde hepimiz bunu görebilecek miyiz?

Bir dolunaydan, bir yeniaydan, bir tutulmadan bile bu kadar etkileniyor hayatlarımız. Duygularımız altüst oluyor. Sinirleniyoruz, gergin oluyoruz mesela. Sadece bildiğimiz gezegenlerin hareketlerine anlam veriyoruz. Belki de komşu galakside olan gezegen gerilemeleri vesaire de etkiliyordur bizi o zaman. Madem tüm evrenle, kainat ile enerjisel olarak bir bütünüz o zaman o galaksiler de etkiliyor olabilir bizi. 

Acaba diğer galaksiler paralel evrenlerimiz olabilir mi? Her gezegende başka bir ben yaşıyor olabilir mi?

Ben bu sorulara ne zaman cevap bulabileceğim? Ben bu hayatı nasıl daha yaşanır yapabilirim? Düşündükçe her şey hem çok sığ hem de çok karmaşık geliyor. Çok muazzam ötesi bir mekanizma var ve biz bunu öğrendiğimizde müthiş bir hayranlık ve tatmin mi yaşayacağız yoksa sadece ruhumuzun yani enerji alanımızın kiri pası temizlensin diye Dünyaya gönderilen sonra da ebediyete uğurlanacak moleküllerden ibaret miyiz?

Allah bize kendi ruhundan üflediyse, her şeyi o yarattıysa eninde sonunda bizi etrafında toplayıp amacının ne olduğunu, neden bunları yaşadığımızı anlatacaktır diye umut etmekten başka çıkış yolu bulamıyorum şimdilik...

16 Eylül 2020

11 Eylül 2020

Blogger'a her girişimde yeni arayüz ile karşılaşmak

Blogger'a her girişimde yeni arayüz ile karşılaşmak sinirimi bozuyor. Ben eski sürümden vazgeçmek istemiyorum. Sürekli "eski sürüme dön" yapmaktan sıkıldım. Yeni sürümü hiç beğenmedim. Çünkü yorumları takip edemiyorum yeni sürümde ve her şey çok kaba görünüyor, kocaman çerçeveler içindeler... ama mecburen geçirecekler galiba böyle yapa yapa...

Okuldu sınavdı bunlar çok stresli şeyler keşke herkes yeteneği doğrultusunda yaşayabilse

Bir şeye kafan basmıyorsa basmıyordur çok da inatlaşmaya gerek yok. İlle de her şeyi öğrenip, hepsinde başarılı olmak zorunda değilsin. Senin de farklı yeteneklerin olabilir.
Böyle kendimle dertleşirken buldum kendimi bugün. Çünkü Tarih ve Vatandaşlık dersleri baya sinirimi bozmuştu.

2 Ekim'deki Önlisans KPSS'ye hazırlanıyorum. Çok çalıştığım söylenemez, haftada bir iki test çözüyorum işte... Konsantre olamıyorum, derslerin başına geçesim gelmiyor... Sırf, eğer olursa ballı kaymak olur diye giriyorum. Ama bunun için çok fazla çaba sarf ettiğim söylenemez işte. Bıktım sanırım. Ya da kendimden umudum yok.

Türkçe ve Mat başabaş gidiyor genelde, netler olarak. Türkçe beklediğimden düşük geliyor, matematik orta. Coğrafyayı da bir şekilde halledebiliyorum ama tarih ve vatandaşlık kabus gibi.

Bugün bir vatandaşlık denemesi yapayım dedim, 0 doğru 9 yanlış çıktı. Mantıklı geldiği için işaretlediğim tüm sorular yanlış çıktı. Tarihte de emin olmadığım ne varsa yanlış çıktı. Ama bu coğrafyada çok olmuyor mesela, coğrafyada yürüttüğüm mantık doğru olabiliyor. Tarih ve vatandaşlıkta ise kesin emin değilsem, yani %5 falan ikilemde kalmışsam o %95lik eminlik bile bana o soruyu kazandırmıyor.

Herhalde yeteneklerle alakalı bu da diye düşünüyorum. Yani coğrafyaya yeteneğim var ki fikir yürütmelerim beni doğru yola çıkarabiliyor ama vatandaşlık ve tarihe hiç yok demek ki.
Türkçede de neden zorlandığımı çözemiyorum bazen. 30 soruda 15 net olmamalı. En az 23 falan olmalı. Türküm ben ya, Türk tarihiyle büyüdüm, Türk vatandaşıyım, o zaman neden Türkçe tarih vatandaşlık böyle zayıf... En iyi bunlar olması gerekmez miydi?

Lisede bir de Kimya vardı bunlara ek olarak. Bir sınavına artık hiçbir derse çalışmadığım kadar çalışıp yine de sıfır alınca sınıfta ağlamaya başlamıştım, ki ben birinin yanında ölsem ağlayamayan biriydim. Bir de üstüne hocadan azar işitmiştim hem çalışmıyorsunuz hem ağlıyorsunuz diye... Hocamı da hiç sevmezdim, gaddar, suratsız biriydi. Belki de hoca yüzünden Kimya ile barışamamışımdır... Ama yok yok, fizikçiyim ben. Bilirsiniz kişi ya fizikte daha iyidir ya da kimyada... Ama üniversite sınavında ikisinden de sorumlu oluyorduk işte.

KPSS'de de sayısalcının sözeli de iyi yapması, sözelcinin de aynı şekilde sayısalı da iyi yapması gerekiyor ki rakiplere fark atabilsin... Hepsini iyi yapabilenlere plaket verilmeli...

Neyse bari en azından Türkçe, Mat ve Coğrafyaya yoğunlaşayım sadece bu kalan kısa zaman içinde... Ne kurtarsam kardır.

10 Eylül 2020

Domates konservesi


İlk defa, kendime yetecek kadar kışlık konserve yaptım.

Tekrar yapmak istersem elimin altında bulunsun diye buraya da yazmak istiyorum.

2 kiloya yakın domatesten herhalde bir kavanoz kadar çıktı, ben normal büyüklükte kavanoz kullanmadım 3 tane küçük kavanoz kullandım o yüzden tam miktarı bilemiyorum ama büyük kavanozlar için herhalde bir buçuk kavanoz kadar bile yoktur.

Önce kavanozları kapakları ile birlikte 10 dakika kaynattım. Sonra tek tek çıkarıp temiz bir beze ters çevirerek kurumalarını bekledim.

Domateslerin tepesini bıçakla çarpı şeklinde çizerek önce kaynar suya, sonra da buzlu suya atıp çıkardım. Her birinde 15 saniye kadar kaldılar. Sonra elimle kolayca soydum. Küp küp doğradım. Tencereye koyup orta ateşte pişirdim. 1 tatlı kaşığı tuz ve 1 tatlı kaşığı da şeker ekledim.

Biraz kıvam almaya başlayınca 3 diş sarımsağı ince ince doğrayıp ekledim ve biraz da kekik koydum.

Kıvam aldığında ocaktan almadan, kaynarken kavanozlara doldurmaya başladım. Kavanozların kapağını sıkıca kapatıp ters çevirdim ve bir gece öyle beklettim. Sabah herhangi bir sızıntı olan var mı ya da kapağı dışa doğru şişik olan var mı diye kontrol ettim, yoktu. Eğer olsaydı onları buzdolabına koymam gerekecekti.

Son olarak kapaklarını kapatmadan önce zeytinyağı gezdirecektim üzerlerine ama unuttum. Bir dahaki sefere belki.

Sonra zeytinyağlı fasulye yapıp iki tane de fasulye konservesi yaptım. Onlara da bir sızıntı vs olmadı.

Merakla kışın kullanacağım zamanı bekliyorum :)

07 Eylül 2020

İş hayatı


İş yerinden bir bayan arkadaşa bir şey sordum whatsapp'tan, servis arkadaşım olur kendisi. Çok samimi değiliz ama servisteki diğerlerine göre iyiyiz aynı yerden bindiğimiz için. İster istemez bir yakınlık oluyor her sabah her akşam servis beklerken konuşunca vs... Pandemi nedeniyle evde kaldığımdan beri hiç bir iletişimimiz olmadı. Bugün işte bir şey sordum. Başına naber nasılsın falan ekledim sonuna gülücük ekledim. Gelen cevap ise öznesiz, yüklemsiz, duygusuz sadece sorduğum sorunun cevabı olan tek kelimeydi. 

Bende mi sorun var. Duygusal mı bakıyorum çok diye kendimi sorguladım, beklediğim cevap sadece yazdığım soru havada kalmasın diye formaliteden de olsa iyi sen nasılsın gibi bir şey de eklenmesiydi. Ben de uzatmayacaktım zaten, adettendir diye sorduğum bir soruydu. Sırf direk soruyu sormayayım ayıp olur hal hatır sorayım diye yazmıştım. Çok ince düşünüyorum ve her defasında dumura uğruyorum. 

Biraz kötü hissettim. "Her şey yolunda mı" diye sordum bu sefer, kabul edemiyorum işte illa ki bir sorun vardır yoksa yapmazdı düşüncesi... Öyle sorunca cevap verip benim de halimi hatırımı sordu. Böyle tek kelime atınca ters bir zaman galiba diye düşündüm dedim. Yok iş vardı da ondan falan dedi öpücüklü smiley falan gönderdi. Kolay gelsin dedim kapattım sohbeti. Bu duruma da gıcık oluyorum yani karşıdaki kişi çok soğuk davranıp sana kendini sıcak davrandığına pişman ediyor sonra hayırdır noldu diyince de "ayy alındı mı ya zavallıcık" der gibi öpücükler kalpler atıp kendini üste çıkarıyor. En gıcık olduğum insan tipi. Ben sadece duruma anlam vermeye çalışıyorum ama olay bambaşka bir yere gidiyor bir anda. Sırf ayıp olmasın adettendir diye yaptığım şeyler bana geri dönmeyince devrelerim yanıyor. "Ben de öyle yapıcam herkese artık" diyorum ama bu sefer de bir başkası da benim gibi kötü hisseder diye yapamıyorum. Öyle yapışkan biri de değilim. Hatta baya mesafeliyim. Yani biri bana samimi bir şekilde  yazıp soru sorsa ona böyle tek kelimelik baştan savar gibi cevap vermemin tek nedeni "aman şimdi yapışmasın hiç çekemem" olurdu. Ama öyle değilim kendimi biliyorum. Nezaket kuralları diye bir şey var, keşke herkes dikkat edebilse...

İş yerimi hiç özlemediğimi hissettim bir anda, yeniden. Bu tür insanlarla her gün muhatap olmak beni çok çok zorluyor gerçekten. Bu yüzden bir süredir kimseyle arkadaşlık da etmiyorum, olan arkadaşlıklarımı da bitirdim. Dedikodu dinlemekten sıkıldım çünkü, ve arkadaşlıkların sağlamlığı da getirilen dedikodunun sağlamlığına bağlı oluyor... Bir gün yüzüne gülüp ertesi gün düşmanımmış gibi bakan insanlar tam kafayı sıyırmalık. Muhtemelen hakkımda bir şeyler üretilmiş duymuş diye düşünüyorum artık. Mantıklı başka bir açıklama bulamıyorum. Ya da herkes şizofren ya da bipolar falan...

Bazı insanlarla olmak çok zor ya.

Sadece bir kişi var iyi anlaşıp birbirimize destek olduğumuz ama o ortamdan olan hiçbir şey ile güçlü bir bağ kurmak istemediğim için bazen o kişiyle de kopuk oluyoruz. Yine de bir şey olsa arar haber veririz, birimiz bir şey yazsa diğerimiz sıcak karşılık verir en azından... Bu yeterli benim için zaten.

Benim kesinlikle ama kesinlikle kendi işimi yapmam lazım. O tür, patronlu, müdürlü, çekişmeli, dedikodulu, maskeli ortamlar ruhumu sömürüyor durduk yere.

Sonra neden böyle kafaya taktım diye de kendime kızdım. Son zamanlarda bu konuda iyice uzmanlaşıyor gibiydim. Üzerime alınmıyordum, cevabımı aldıysam gerisini akışa bırakıyordum. Acaba dönemim mi yaklaşıyor diye programa baktım, bingo. Son 10 güne girmişim. Bir de şimdi venüs mars falan da burç değiştiriyor göksel durum baya fenalaşıyor onun da etkisi var... oooy oy. 

Bu sene Jüpiter devredışı diyebiliriz. Jüpiter bir horoskopta ilahi koruma demek ama bu sene bir yanında satürn diğer yanında plüto ile üçlü gezindikleri için iki taraftan sıkıştırıp etkisiz hale getirmişler gezegeni. Hocamız "bu sene tanrının koruması neredeyse yok" demişti... Allah tamamen bizi bizimle bırakmış gibi bir şey...

Neyse işte, 4 aydır işyerinden uzak olunca unuttuğum, hissetmediğim bazı huzursuzluk veren duygulardan birini bugün tekrar hissedince buraya içimi dökmek istedim. İyi oldu rahatladım.

İlk yürüyüş günü

Aylar sonra nihayet bir yürüyüş denemesi için sabah dışarı çıkabildim :))
Sabah 8:30 gibi evden çıktım, yürüyüş yapılan yere doğru yürüdüm, oraya gidene kadar pertim çıktı zaten. İçeri girip ilk oturma yerinde oturup dinlenip geri döndüm haha :))

Mahalle içinde yürümek istemiyorum, zaten her taraf yokuş. Tekrar gittiğim günlerde oraya kadar yürüyüp sadece bir kaç alette hareket yapıp dönerim diye düşünüyorum. 

Yanıma kedi maması da almıştım, biraz dağıttım kedi gördüğüm yerlere. Bir adam iki koca poşet kedi mamasıyla gelmişti, benden önce hepsine dağıttı mamaları. Arada kaçırdığı varsa da ben dağıttım. Benim mamalar sadece farklı bir tat oldu onlar için. Çok aç değillerdi.

Pandeminin ilk zamanları bu koru kapatılmıştı bir süre. Sonra yaza doğru vakalar azalıp da koru da ziyarete açılınca gitmiştim, kediler perişan haldeydi. Tüyleri dökülmüş, açlıktan bir deri bir kemik kalmışlardı. Hazır mama dağıtılmasına alışıklar tabi, o yüzden kendileri yiyecek bulamıyorlardı herhalde. Mama verdiğimde kıtlıktan çıkmışçasına nefes almadan yiyorlardı. Bugün o kedilerin her biri ev kedisi gibiydi. Tüyler kabarık, yumuşacık. Göbüşler çıkmış mama yemekten :)

Biraz daha erken çıksam daha iyi olacak, tam trafiğin ortasına çıktım. O da yoruyor insanı. Herkes işe gidiyor, bu yoğunluğu unutmuştum. Ama yürüyüşe gelen de bir sürü insan vardı, gittiğim korunun da otobandan farkı yoktu yani. Yürüyüş otobanı. Bir tek ben mi evde yatıyormuşum dedim. Herkes ne kadar hareketliymiş.

Eve geldiğimde saat 9:30 olmuştu. Şu an 10:35, kahvaltı yaptım. Resimdeki ürünler balkondaki saksılarımdan topladıklarım :) Saksılardan ürünleri toplayıp yemek aşırı keyifli bir hismiş.
Bu arada kahvaltı yapasım gelmiyor falan diyordum ya, hiç o modda değildim bugün. Uzun zamandır böyle rahat, kendimi zorlamadan kahvaltı yapmamıştım. Demek ki benim sabah yürümeye ya da en azından bi dışarı çıkmaya ihtiyacım var.

05 Eylül 2020

Burçlar (ses kaydı)

 

Bir nevi acemiliğimi üzerimden atmak amaçlı ses kayıtlarına burçlar ile devam ediyorum :)
Sesim çok bayık, yorgun çıkmışsa kusura bakmayın.
Sanki bir kağıttan okuyormuşum gibi olmuş ama kesinlikle değil, doğaçlama konuştum.
Ne kadar zormuş böyle tek tek her burçtan bahsetmek, burç yorumları yapanların neden bir yerden sonra dilinin damağının kuruduğunu ve of çok yoruldum demeye başladıklarını anladım :)) Ben bu kadar kısa yapmama rağmen başım dönmeye başladı sonunda :D


04 Eylül 2020

Kısa çalışma ödeneği

Anladığım kadarıyla aksi bir durum olmadıkça 2021 Hazirana kadar bizim Kısa Çalışma Ödeneği alıp evde kalmamız uzatılacak ama bunu tek seferde değil de iki ayda bir söylüyorlar. Cumhurbaşkanı her iki ayda bir onaylayıp haber verecek yani.
İki ay daha uzatılmış da.
Ekim’de de evdeyim yani.
Artık takip etmeyi bırakıp tamamen kendime ve eve yönelmeye karar verdim. Kolay kolay iş kadını rolüme geri dönemeyeceğim belli oldu. Tadını çıkaralım o zaman.

03 Eylül 2020

01 Eylül 2020

İlk bisiklet


Çocukken babam beyaz bir bisiklet almıştı bana. Çok yokuşlu bir yerde oturduğumuz için sokaklarda sürmeye cesaret edemiyordum. Ama bahçemiz vardı, orda biraz sürüyordum. Yakınımızda okul vardı, annemle oraya gidiyorduk öğrenmem için. Ama biraz korkak bir yapım var, sürekli sürmüyordum. Babam ise yerinde duramayan gözü kara bir çocuk olmamı istemişti hep. Hayatım boyunca onun istediği gibi bir çocuk olamamanın baskısını hissettim.

Bir gün eve geldiğimde bisikletimi her zamanki yerinde göremeyince anneme sordum. Baban sen binmiyorsun diye başkasına verdi falan dedi galiba. Sonrasını çok hatırlamıyorum aşırı üzülmüştüm. O benim hediyemdi, hediye geri alınmazdı ama babam istediği gibi davranabiliyordu. Üstelik bir arkadaşının çocuğuna vermişti... O çocuğu hiç tanımadan nefret etmiştim.

Bu fotoğrafı görünce içimde kalan o parça yeniden sızladı.

Fotoğrafa yapılan bir yorumda babanın o bisikleti satmak için değil, çocuğu cezalandırmak için böyle bir şey yaptığını, bisikleti satmadığını yazmış. İki türlüsü de kötü. Bisikletini satarım diye cezalandırmak da kötü... Gerçi benimki öyle bir şey bile yapmadı, direk verdi bu daha kötüydü.